“Birinin yayınlanmasını istemediği şeye haber denir, gerisi sadece reklamdan ibaret…”
Amerikalı ünlü bir gazeteci etmiş bu lafı…
Gerçeğin peşinde koşan gazetecilerin derdi de bunu yakalayabilmek.
Ülkemiz gazeteciliği bu ilkeden çok çok uzaklarda olsa da bazı dürüst haberciler gerçeğin peşinde koşmaya çalışıyor.
Böyle bir ortamda ne kadar olursa artık!
Bunların konumuzla ne ilgisi mi var?
Haber almak her vatandaşın hakkı olmalı. Haberdar olmalı ki durum karşısında düşünebilsin ve eylemlerini planlayabilsin.
Özellikle sağlıkla ilgili konularda…
Her akşam en şeffaf şekilde bütün bilgilerin aktarıldığı salgın konusunda bilgi verilmiyor demek ne kadar sağlıklı olur sizce?
Yetkililer kendileri bütün bilgileri sunarken haberciler için ekstra bir gayret gerekmiyor zaten.
Her alanda sorun olduğunu söyleyebiliriz belki ama sağlık konusunda iddia etmek biraz art niyetli bir yaklaşım gibi geliyor bana.
Elbet eksikler ve aksaklıklar var ama onlar bile samimi bir şekilde dile getirilirken hala felaket senaryoları çizmeye çalışmak vicdansızlık olur.
Mesela vaka sayısının daha fazla olduğu iddiaları…
Elbette daha fazla olabilir ama test yapılmadıkça neyin açıklaması yapılabilir?
Ya da bazı illerde yetersiz test sayısından dolayı sağlıklı veriye ulaşılamayabilir.
Ya da bazı il yöneticileri işgüzarlık yaparak sayıyı düşük tutma gayretinde olabilir.
Ama bütün bunlar gösterilen gayreti, atılan doğru adımları gölgelememelidir.
Eleştirilebilecek onca şey varken bu konuda hükümeti yıpratmaya çalışmak ancak eleştirenleri yıpratır.
Goethe, “Yıkmada bütün sahte belgeler geçerlidir, yapmada asla, doğru olmayan yapıcı olamaz” diyor.
Yıkarken bütün sahte belgelerin prim yapması bu konuda pek mümkün değil.
Yaparken gereken bütün doğrular kullanılmış çünkü.
O zaman hatalar olsa da tolere edilmesi mümkün.
Aksini iddia edenler ise alçaldıkça alçalıyor.
Çünkü samimi bir gayret bütün şeffaflığıyla ortada…
Buradan bir şey çıkmayacağını kabul etmeli artık!
***
Sorun mu istiyorsunuz?
İstanbul ve Ankara belediyelerine müthiş bir baskı yapılıyor.
Neden?
Kendi kampanyalarını yürüttükleri için.
Evet, hükümetle birlikte yürüyebilirlerdi ama tercih etmediler.
Ait olmadıkları bir siyasi partinin prim yapması için çalışmak istemediler.
Ama bunun faturasını onlara çıkarmak büyük bir insafsızlık olur.
Hakim kılınmaya çalışılan siyasi atmosferin doğal sonucudur bu…
Aynı zamanda tüm partiler için büyük bir rüzgar…
Kutuplaştırarak güçlenmeyi seçen siyasilerin yönettiği ülkeler için kaçınılmaz son…
Netice olarak her iki tarafın hedef kitlesi fena halde gaza geliyor ve tatmin oluyor.
Alan memnun satan memnun durumu anlayacağınız…
***
Gelelim daha büyük bir soruna:
Milli Eğitim Bakanlığı da bütün iyi niyetiyle çalışmalar yürütüyor.
Birçok gelişmiş ülkenin başarmadığı bir süreç işliyor.
Bütün öğretmenler dijital ortam aracılığıyla öğrencileriyle bir şeyler yapmaya çalışıyor.
Buraya kadar her şey süper…
Ama Ziya Hoca’nın duyunca tahammül edemediği bazı durumlar oluyor yer yer.
Elinden geleni yapıyor düzeltmek için.
İyi niyet aşikar…
EBA’da ilk günlerde meydana çıkan sorunlar ya da sürekli tekrar edilen derslerden bahsetmiyorum.
Bu çok daha vahim!
Kraldan çok kralcı bazı dar kafalı yöneticilerin ya da yalakaların ya da çıkarcıların… Ne derseniz artık… Ne de olsa niyetlerini tam olarak bilemiyoruz!
Öğretmenlere, özellikle kırsal bölgelerde çalışanlara, yapılan baskılar trajikomik bir ruh haline sokuyor insanı.
Gülse mi ağlasa mı bilemiyor insan!
Bir öğretmen olarak söylemeye utanıyorum.
Sayın Bakan da duyunca gerekeni yapacaktır eminim.
Ama maalesef durum bu:
Öğretmenlerden bilgisayarı olmayan öğrenciler yerine EBA’ya girmeleri isteniyormuş.
Öyle ya mükemmel bir tablo çizmek için her yolu mübah gören sapkın bir zihniyet söz konusu.
Söylentidir diye geçiştirmek isteyince Abbas Güçlü’nün yayınladığı birkaç öğretmen mektubu tokat gibi çarpıyor insanın yüzüne.