Önce yeryüzü herkesindi. Gökyüzü de öyle. Hayat sudan doğmamış mıydı? Yeryüzünün yüzde yetmiş beşi, insan bedeninin yüzde yetmişi su değil miydi? Yeryüzünün yaşayan tüm ortakları devri döngünün dengesi içinde, son ile başlangıcı yeniden yeniden tekrarlayarak kendini yenilerken zaman ve evrim ahengi, çeşitliliğin coğrafik özelliklerine uygun yaşamı da var ediyordu.
Suda herkesindi meyve de. Doğal olarak toprakta herkesindi. Denge birinin ötekine üstünlüğüne değil, yaşam zinciri düzeneğine bağlıydı. Biri diğerinden beslenirken, hem kendini hem de ötekini var ediyordu. Yaşam zinciri tıkır tıkır çalışırken bir “tür” dişlileri önce kemirmeye ve giderek koparmaya başladı. Ahenk bozuldu.
Toprak herkesin değildi artık. İnsan türünün geçirdiği evrim, ilk olarak Mezopotamya’da tohumu toprağa ekmeyi öğretmişti.
Toprak mülke dönüşünce mülkü ele geçiren şefler, krallar, sınırlar çizmeyi kendilerine hak gördüler. Sınırları bekleyen korumalara, korumaları yönetecek komutanlara, ellerine silahlara, şeflerin payını koruyacak vaazcılara, tahsilatçılara, yazarlara, çizerlerine, kanunlara, zindanlara, cellatlara, yalakalarına soytarılara.. ihtiyaç doğdu.
Şefler kendi klanıyla paylaşmadı tohumu. Kimisini köle yaptı, kimini koruma. İnsan insana düşman oldu. Toprak, su, hava, gökyüzü mülk ve iktidar sahiplerinin mülkiyetinde pay edildi. Sınırlar çizildi kıtalar boyu; dikenli, mayınlı, duvarlı, silahlı, füzeli, radarlı…
Azıyla yetinmeyenler ötekinin tavuğuna göz dikince din, mezhep, etnik, ırk savaşlarıyla iki tarafın klan kölelerinin ellerine tutuşturdukları silahlarla birbirlerini boğazlayanların kanı üzerinde güç ve mülk devşirmenin aç iştahlarını bastırmanın telaşındaydılar.
Bir avuç emperyalist ve türevlerinin haydutluğu, yeryüzünün tüm ortaklarını büyük bir tehditle karşı karşıya bıraktı. Ağaçlar, bitkiler, yerde karınca, havada kuş, denizde balık, yaylada kuzu, beşikte mülksüzün bebeği, kundakta sığınmacı, çöl pazarında satılan Hanna, başı kesilen çocuk, deryalara gark olmuş Arap Kürt, Afgan, Meksikalı, Afrikalı, Asyalı, Kızılderili.. Bebeler, çocuklar, kadınlar, çaresizliğe itilmiş dışlanmış mazlumlar.
Oysa büyük şair Nazım Hikmetin dediği gibi “onlar bu toprağı, bu kayalardan bakanlar, unu, üzümü, inciri, narı, tüyleri baldan sarı, sütleri baldan koyu davarları, ince belli, aslan yeleli atlarıyla duvarsız ve sınırsız bir kardeş sofrası gibi açmıştılar.”
Mesele boyun eğmemekti katlimize ferman çıksada. Tarih fermanlara başkaldıranların tarihidir aslında. “Topraksız insanlara bir avuç toprak, ekmeksiz çocuklara bir küçük lokmaydı” isyan. İşti, aştı, başında bir çatı, kardeş sofralarda adil ve adaletli paylaşılan alın teriydi. Toprağı, havayı, suyu yeryüzünün bütün ortaklarıyla “sınırsız” paylaşmaktı adalet.
Sınırlar açık hapishanelere hapsedince insanı, onu yıkmak haktır kaçınılmaz. Sınırsız ve sınıfsız bir yeryüzü için. Şefleri için savaşmayı, tarafı ve sebebi olmadığı savaşlarda ölmeyi, ölmeyi ret etmek insan kalmaktır sonuçta. Yeryüzünü parsel parsel paylaşan biz miydik ki bizim olmayan için ölelim? Vatan, mülk ve servet sahiplerinin arpalığı olmuş. Ne demişti şair; ‘Ey bu topraklar için /Toprağa düşen/ Bir karış toprağın / Var mıydı yaşarken?” (Behramoğlu,2008)
Karar vermeliyiz. İnsan mı kalacağız, yada tiranların doymaz iştahlarını bastırmak için ölmeye ve öldürmeye devam mı edeceğiz?
Dilimiz, rengimiz, kimliğimiz, inancımız ne olursa olsun birlikte yaşayabiliriz eşit ve kardeşçe. Değil mi ki yeryüzü herkesindir, yeter ki emperyalist kapitalist parazitler gölge etmese.
Önce kafalarımızdaki sınırlardan başlasak başarabiliriz. “Savaşa hayır” la başlamak ölümün yerine yaşamı savunmak bizi insan yapar bence!