00:14 - Silivri’de Vefa Parkı ve Basketbol Sahası’nın açılışı gerçekleşti
23:48 - Cumhuriyet coşkusu zirveye taşındı
23:39 - Büyükçekmece Cumhuriyetin 101’inci şan ve şeref yılını coşkuyla kutladı
17:07 - Silivri Belediye Başkanı Bora Balcıoğlu’ndan 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı Mesajı
14:48 - Cumhuriyetin 101. şan ve şeref yılı gururla kutlanıyor
Ve kadın cinayeti haberleri belki de en çok okuduğumuz, duyduğumuz haberler. Daha yeni bir kadına adalet sağlanmışken ki o kadar bekledikten sonra ve o da gösterilen tepkiler sayesinde olmuşken daha o habere sevinemeden yeni bir cinayet haberi daha karşımıza çıkıyor. Kim bilir gündem olmayan daha ne cinayetler var.
Her gün öldürülüyorlar. Kimi zaman yakınları tarafından; kocası, eski kocası, babası, sevgilisi, abisi… Bu böyle uzayıp gidiyor. Kimi zaman hiç tanımadığı birileri tarafından…
Evde yemek olmadığı için, dışarı çıktığı için, kot giydiği için, bir adama adres sorduğu için, boşanmak istediği için….
Kadın cinayetlerinin önlenebilmesi için siyasi iradenin, adli makamların ve kolluk kuvvetlerinin yetersiz kaldığını görüyoruz.
Kadın cinayetleri neden önlenemiyor? Çünkü önlenmek istemiyor. Eğer önlenmek istense, yasalar var, sivil toplum örgütleri var, bununla ilgili kurumlarda merkezler ve mekanizmalar var ama siyasi irade olarak bunu önlemeyi ortaya koyamıyorsa, önlenemez.
Müge Anlı geçtiğimiz gün, “Bana dokunamazsın!” çıkışıyla ayakta alkışlanacak bir tepki verdi bu yaşananlar karşısında!
Müge Anlı: “Kadın olabilirim, erkek olabilirim, istediğim kıyafeti giyebilirim, istediğim saatte istediğim yere gidebilirim. Ben özgür bir bireyim, bana dokunamazsın. Bitti! Sevgilim olabilirsin, kocam olabilirsin, babam olabilirsin, annem olabilirsin; bana dokunmaya hakkın yok!”
Müge Anlı tüylerimi diken diken etti. O kadar haklı ki… “O saatte orada ne işi varmış?’ “Kuyruk sallamasaydı kimse peşinden gitmezdi” ya da “O da öyle giyinmeseymiş” diyen kendini bilmezlere gelsin bu muazzam konuşması!
Ülkemizde erkeği kadından üstün gören zihniyetin toplumun geniş bir kesiminde hala çok baskın olduğu görülüyor.
Toplumun her ferdini, özellikle de erkekleri ve erkek çocuklarını, tutumlarını değiştirmeye davet ederek, bireylerin vicdanlarını ve düşüncelerini değiştirmeyi amaçlayan yasalar konulmalı… Erkeklerle kadınlar arasında daha fazla eşitlik sağlamaya yönelik çağrının yeniden yapılması sağlanmalı…
Kadınlara yönelik şiddetin kökleri, toplumda erkek ve kadın arasındaki eşitsizliğe dayanmakta ve bir hoşgörü ve inkar kültürünün sonucu olarak sürdürülmekte…
Eski komşum Meryem’ i hatırladım bi an. Köyden gelmişti. Severek evlenmişti kasabadan bir gençle ve bir oğlu vardı.
Kadın hep bir adım geride durmalı. Çünkü o bir kadın. Çünkü o, mutfakta pişirdiği yemeklerin tuzunun bile başkalarınca iyi olup olmadığını kontrol edip kendisini ikinci plana atan bir kadın, çünkü o bir anne. Birazdan evin söz sahibi, birazdan kocam gelir endişesiyle evine koşan, “Nasılsın?” diye sormak bana ondan önce düşmedi hiç diyen bir ev kadını o. Eşinden bahsederken hem zaten çoğu zaman “Nasılsın” bile demedi bana. “Yemek yaptın mı?” daha önce geldi, nasıl olduğumdan…
Pilavın pişişinden önce ben kendimi hazırlıyordum onun gelecek olmasına. Evi temiz istediği gibi, beni de hep güler yüzlü görmek istiyordu karşısında. Ben de onu güleç görmek istiyordum ama o hep asık suratlıydı. “Biz eşit değiliz” diyordu suratlarımız bile… Kalplerimizin aynı yerde olup olmadığından bile şüpheliydim. Hiç bir şeyimiz eşit değildi çünkü. Sadece eşitmiş gibi görünüyorduk. Eşittik ama eşit değildik aslında… Diye dert yanardı.
Şöyle bi çevremize baktığımızda Türk aile yapımız ataerkil ve söz sahibinin, söz hükmünün erkeğe verildiği bir toplum ve Meryem gibi nicelerini görüyoruz. Kültürümüz Türk aile yapımız erkekten korkmayı öğretmişti bize; erkeği saygıyla kabul etmeyi öncelik bilecekken korkmuştuk. Çünkü korkutulmuştuk.
Kız çocuğuna doğar doğmaz pembe patikler giydirilerek hanım hanımcık olma kuralları öğretilir. Daha sonra da büyüyüp göze battıkça da üzerine baskı uygulanmaya başlanır. cinsellik korkulacak bir şey olarak benimsetilir. Bir kızın her koşulda kendini korumak zorunda olduğu bilinçaltına sokulur. Ev işleri öğretilir. Okutmamak adına elden gelen her şey yapılır okuyacaksa da bayana uygun olduğu düşünülen tarzlarda meslekler verilir. Erkek çocuğu da eli sıcak sudan soğuk suya sokulmadan büyütülür, sen erkeksin bırak o bebeği arabayla oyna denir, yemek yapması asla uygun değildir, kadınlar üzerine baskı kurma yolları öğretilir, sevgilin olsun seviş gez eğlen ama karın el değmemiş olsun denir. Ve yetiştirmiş olduğumuz hanım hanımcık kızımızla evlendirilir.
Daha doğum öncesinde kız bebeklerin eşyaları için pembe, erkek bebeklerin eşyaları için mavi rengin tercih edilmesiyle başlayan toplumsal cinsiyet değerleri ve uygulamaları yaşam boyu da devam etmekteyken en büyük tehlike sevgisizlik bence.
Sevgi olmayınca kadın cinayetleri, intihar, hayvanlara eziyet ve işkence, kavga ve nefret olmakta ve bu kısır döngü içinde kadınlarımız ezilmekte.
Kadınların hakları ihlal edildiğinde, bu durum çoğu zaman kadınlar sırf kadın olduğu için gerçekleşir. Örneğin aile içi şiddet veya töre cinayeti dendiğinde, şiddete maruz kalan veya öldürülen kişinin erkek olduğunu kimse düşünmez. Veya “eşit işe eşit ücret” talebi dile getirildiğinde, eşit işe eşit ücret almayanın kadın olduğu açıktır. Cinsel, bedensel şiddeti meşrulaştırmak için erkeklerin değil, kadınların giyimi veya geç saatte sokakta olduğu konu edilir. Okullaşma kampanyaları “Bütün Çocuklar Okula!” değil, “Haydi Kızlar Okula!” sloganıyla yapılır. “Erken ve ya zorla evlendirme” dendiğinde kimsenin aklına yaşlı bir kadınla evlendirilen bir oğlan çocuğu gelmez.
İşte bunlar ve bunlara benzer pek çok ayrımcılığa dayalı uygulama yüzünden de kadına yönelik şiddete karşı koruyucu kalkan nitelendirdiğindeki sözleşme “İstanbul sözleşmesi“ tartışmaları bir an önce son bulmalı ve sözleşme uygulanmalıdır.