Garip bir ihtiyaçtır hürriyet. Birçok kanıksanmış gereksinim gibi onun da kıymetinin ancak yokluğunda anlaşılabileceğini düşünürdüm eskiden. Gelin görün ki işin aslı pek de öyle değil. Eğer hiç var olmamışsa, var olduğunda hissedilen şeyin ne olduğu bilinmiyorsa ve en önemlisi de zaten var sanılıyorsa en korkutucu durum yaşanıyor demektir. Zira birey veya topluluk kendisini zaten özgür sanıyorsa, özgürlüğün peşine hiç düşmeyecektir. Yani özgürlüğün kıymeti yokluğunda değil, yokluğu fark edildiğinde ortaya çıkar.
Başka türlü bir hayatın var olabileceğinin ayırtında olmayan ezilen sınıflar, çoğunlukla mevcut koşullar içerisindeki minicik imtiyazlarından tatmin olup kendilerini mutlu ve özgür hissederler. Başka türlü bir düzen mümkün değildir. Var olan düzen içerisinde de hepsinin kendince küçük avantajları vardır. Bu onları mutlu etmeye yeter. Bu sayede hepsi ezenlerin tarafını tutarlar. Zira hiçbiri eşit olmak gibi bir arzu içinde değildir. Besin zincirinin en altındakiler bile esasında eşitlik istemezler. Onlar dahi birilerinden üstün olmak ve kendilerinden üstün bir gücün de himayesinde olmak isterler. İnsanoğlunun dinleri ve Tanrıyı icat edişindeki veya buna ihtiyaç duyuşundaki temel etken de budur. İnanmayanlardan üstün olup kendilerini cennetle mükâfatlandıracak bir yaratıcıya sığınıp onun himayesine girmek.
Yani aslında insan, koruma ve imtiyazlar uğruna özgürlüğünü ipotek ettirmeye zaten teşnedir. İşte bu noktada ismini anmamız gereken şahsiyet, Malcolm X’tir. Onun şu sözü durumun en net özetidir: “Özgürlüğün en büyük düşmanı halinden memnun kölelerdir”. Ev zencisi diye bir şey vardır. Kendisini tarlada çalışan zenciden üstün görür. Onlardan tek farkı evde yaşayıp temiz kıyafetler giymesidir. Ancak çiftlik sahibiyle tarla zencileri arasındaki bir itilaf halinde muhakkak çiftlik sahibinin tarafını tutacaktır. Çünkü tamamen hür olmayı tasavvur bile edememek üzere kurgulanmış bir düş dünyasına sahiptir ki bu bilinçli bir şekilde yapılmıştır. Daha da önemlisi küçük imtiyazlarını tamamen çiftlik sahibine borçludur. Esir edilenin esir edene sadakati eşine ender rastlanacak kadar sıkı bir bağlılık halidir.
Aynı şekilde ezilenin, ezene kaldıramadığı başını diğer ezilenlere kolayca kaldırabildiğini görürüz. Örneğin hayatını anlatan filmde Malcolm küçük bir kasabadan büyük şehre gider. Şehirde kendisi gibi diğer koyu renkli ezilenlerin gittiği bir bara girer. (Ki aksi mümkün değildir.) Orada bir başka zenci tarafından “Defol git buradan kasaba zencisi” diye dışlanır.
Bunların yanı sıra esaret altındakiler dahi mevcut durumun olması gereken durum olduğunu kanıksamıştır. Jean Paul Sartre’ın Saygılı Yosma isimli tiyatro oyunundaki fahişe, kendisine bir pislik gibi davranan zihniyetin iki güzel sözü karşısında hemen, kendi aleyhinde dahi olsa ezenlerin tarafına geçer.
Melodramlardan ve ucuz salon filmlerinden ara sıra kafasını kaldırıp kızıllaşma eğilimi gösteren Yeşilçamımızda bu durum, patrondan çok patroncu ustabaşı veya ağadan da feodalist fakat feodalizmden bihaber elci tiplemesi şeklinde tezahür eder. Ekmeği var edenin kendi emeği olduğunu fark edemeyen, her şeyin patronun sermayesiyle var olduğu düşüncesinden arınamayan proleterler halinden memnun olmayan köle arkadaşlarını (ki feodal toplum için köle veya kapitalist toplum için proleter çok farklı anlamlar ifade etmezler) bozgunculukla suçlarlar. Çünkü onlar özgürlüklerini çoktan kiraya vermişlerdir.
Özgür olmak meşakkatlidir çünkü. Karmaşık hesaplar yapmayı, hayatta kalabilmek için kendi yaşamsal stratejini çizmeyi, hatta kendi kararlarını almayı gerektirir. Köleler için böyle bir sıkıntı yoktur. Özgürlüklerini satarak tüm bunları kendilerinin yerine düşünecek fedakar birer efendiye sahip olmuşlardır bile. Onlar kendilerini patrona ait hissederler. En büyük korkuları sosyal veya asosyal herhangi bir güvenceye sahip olmadan çalıştıkları iş yerinde kazaya uğrayıp sakat kalmak değil, işi zamanında yetiştiremeyip patrona mahcup olmak, onun yüzünü kara çıkartmaktır. Patron da işçilerinin kendisine bağlılığıyla övünür. Aralarında çok kuvvetli duygusal bağlar vardır. İşçiler, patronlarının da kendilerini sevdiklerinden şüphe duymazlar. Ancak aynı işi daha az paraya daha uzun süre yapmaya hazır, işsiz ve aç bir güruhun dışarıda bekliyor oluşu, bu ilişkide bağımlı tarafın işçiler olmasını sağlar. Evet, özgürlüklerini ipotek ettirmek için sırada bekleyen daha çok kişi vardır. Olmaya da devam edecektir. Çünkü istenmeyen gebelik ve kürtajın zorluğundan ötürü her yıl milyonlarca çift evlenip beyaz eşya taksitine girmekte, içgüdüsel olarak anlamsızca üremektedir.
Besin zincirinin bir üst halkasına yani orta sınıfa baktığımızda, orada da farklı bir şey görmeyiz. İyi eğitim almış, sistemin iyi üniversitelerinde (hani şu ıssız, iç ve doğu Anadolu şehrimsilerindeki aç gözlü ev sahiplerini ve esnafları zengin etmek için kurulan tırt üniversitelerden söz etmiyorum) okumuş, hatta yurt dışında master, doktora yapmış gençler dev binalı, cam duvarlı şirketlere aynı aidiyetle bağlanırlar. Aynı kölelik dürtüsüyle çalışırlar. Aldıkları maaş değişmese bile şirketleri için canla başla çalışmayı sürdürürler. Tepede kimin oturduğunu bilmeden çalışırlar. Adına uzmanlaşma denen şey bireyleri çok önemsiz hale getirmiştir. Zira bugünün ekonomik ekosisteminde bir tek kişi hiçbir işi başlatıp sonlandıramaz. Bir iş, bir sürü kişinin küçük birer parçasını halletmesiyle tamamlanabilir. Kişilerse kendi yaptıklarından başka bir işi beceremezler. Kimsenin bir şirketten bağımsız iş yapması da mümkün değildir bu yüzden. Eğer modası geçmiş, geleneksel el sanatları üzerine çalışmıyorsanız tabi.
Durum “duygusal” ilişkilerde de çok farklı sayılmaz. İki kişinin özgür bireyler olarak birbirlerini sevmeleri asla yeterli görülmez. Birbirlerine aidiyet duymaları, mülkiyet ilişkisi kurmaları beklenir. Yanlış anlaşılmasın, bu durum bir dayatma gibi gelse de çoğu zaman gönüllü bir mülkiyet ilişkisidir bu. Ataerkil düşünce ortamında yetişen kadınlar, özgür iradelerini eşlerine ya da sevgililerine terk etmeyi olağan hatta olması gereken bir durum gibi düşünürler.
İnsan ırkının evcilleştirdiği hayvanlarla ilişkisi de aynıdır. Örneğin ilk evcilleştirilen ve sonrasında tarihin akışını hızlandıran hayvanların başında atlar gelir. Ulaşımı kolaylaştırmış, dünyayı kolayca istila edilebilecek ve yönetilebilecek hale getirmiştir. Atlar ve sahipleri arasında duygusal bir bağ vardır. Atlar da tıpkı köleler, eşler ve proleterler gibi sahiplerine gönülden bağlıdır. Vefada kusur etmezler. Sahiplerine prestij, kolaylık ve sadakat sunarlar. Kendisini esaret altına alanın sahibi olduğunu unutur. Ve fakat yaşlanmaya ve işe yaramamaya görsün, sahibi ondan kolayca vazgeçer. At da şaşırır bu işe. Mesela Hayvan Çiftliği romanındaki kahraman at Boxer, devrimin önderi olarak gördüğü Napolyon’a koşulsuz, bağnaz bir sadakatle bağlıdır. Devrime büyük hizmetleri olmuştur. Tek başına tüm hayvanlardan daha çok çalışmıştır. Gelin görün ki Napolyon, Boxer hastalanır hastalanmaz onu bir at kasabına satmakta gecikmez.
Peki neden insanlar, hatta hayvanlar bile özgürlüğünden vazgeçip birine veya bir şeye ait olmak isterler ? Şüphesiz ki bu içgüdüsel olmalı. Tıpkı özgürlük gibi aidiyet de içgüdüsel. Sanıyorum ki kişilik özellikleri bu hususta belirleyici oluyor. Yani kimileri isyankar, düşünen, sorgulayan ve boyun eğmeyen kişiler (ki biz onları tarihte ya hain ve asi ya da büyük devrim önderleri, öncüler olarak görürüz) oluyorlar. Kimileri ise ruhsal zayıflıklarını kendilerinden güçlü birine veya bir topluluğa yaslanarak yenmek isteyip, özgür olmaktansa ait olmayı seçiyorlar.
Eğer bu aidiyet tam anlamıyla zor kullanarak, baskı kurularak sağlansaydı daha başa çıkılabilir bir sorun olurdu. Çünkü bir karşı tepki meydana getirirdi ve sürdürülebilir olmazdı. Er ya da geç son bulurdu. Bu sorunsalı içinden çıkılmaz, müdahale edilemez hale getiren şey gönüllü olması. İnsanların, özgürlüklerini gönül rızasıyla ipotek ettirmeleridir. Bu noktada yapılabilecek her müdahale günümüz konjonktüründe bir küfür haline gelen “Jakobenlik”le suçlanacak ve mahkum edilecektir. Çünkü esaret altındaki kimseler ev zencileri gibi hallerinden çok memnundurlar.
Örneğin birçok kadın, eşinin yahut sevgilisinin kendisi adına karar almasından, giydiği kıyafete, yaptığı makyaja, hatta çalışmasına karışmasından içten içe ilkel bir zevk duyarken, Cosmopolitan okuyan kadınların onlara verdikleri nasihatlerin ne gibi bir faydası olabilir ki? Onların çabası ne yazık ki amiyane tabirle “Bilenin bilene propagandası” olmaktan öteye ne yazık ki geçemez. Hatta söz konusu ilkel davranışları sergileyen adamlara bir müeyyide de sağlayamaz. Bu iki cenah tesadüfi durumlar haricinde kolay kolay aynı ortamda bile bulunmaz. Bu yüzden de hedef tahtasına bu ilkel adamların yaptıklarından onlar adına utanç duyan, duyarlı ve medeni adamlar oturtulur. Ezilen ve sömürülen kadınların mücadelesine omuz vermek isteyen, hemcinslerinin barbarlıklarına karşı tavır almak isteyen adamlar, ezilmeyen, sömürülmeyen Cosmopolitan okurları tarafından meydanlardan dışlanırlar.
Sonuç olarak ne yazık ki ezildiğinin veya esaret altında olduğunun farkında olmayan ya da bu durumdan şikayetçi olmayan kişilere kimsenin faydası olamaz. Kendilerinden başka.