Ve Çeliğe Su verildi.
1978 in Ekim 18’i idi. Henüz 18’ine yeni basmıştım. Yaşlı bir Mercedes 303 otobüste yolculuk yapıyorum. “Hadi gel sana bizim orada iş bulalım ”diyen beyaz yüzlü, kızıl saçlı, saçları kıvır kıvır, bıyıkları da saçlarına uygun olan adam, yanımdaki koltukta derin bir uykuya dalmıştı. Cennet mahallesinden öte hiç geçmemişim. Küçükçekmece köprüsünü geçip sonradan öğrendiğim Avcılarda sağlı sollu birkaç yığma bina, çakır dikenleri bol, boş araziler. Yine isimlerini sonradan ve birde mavinin her durakta “ Gürpınar, kapı karakolu “ diye bağrışları. Şimdi kapı karakolunun bir tarafında TUYAP, bir yanında ne işe yaradığı belli olmayan bir devasa bir kule var.
Tepenin üstünden güneye bakınca güzel Büyükçekmece koyu karşılıyor sizi. Karşıda Limanı olan küçük Mimarsinan köyü. Denizle gölü ayıran bir su kanalının üstünde tarihi Mimarsinan Köprüsü. Her ne kadar şimdilerde yapanların değil, yaptıranın adıyla anılmasını isteyen Büyükçekmece Belediyesi “Kanuni Sultan Süleyman Köprüsü” dedirmeye çalıştırıyorsa da yanı başındaki eski Rumlardan kalan KALİKRATYA ‘ya Mimarsinan adını köprüden esinlenerek vermişler. (1928) Halkımızda Mimarsinan Köprüsü demekten hiç vazgeçmedi.
Yine adını sonraları öğrendiğim gölün batı yamacına yaslanmış bir köy olan Tepecik’in ki, ilk defa önünden geçip, göl boyu kuzeye doğru giderken eski adı Playa olan bu köyün hayatımın çok önemli köşe taşlarından bir olacağını bilemezdim. Büyükçekmece’yi atladığımı sanmayın. Kulenin bulunduğu tepeden bakınca rampanın altında saklı bir kasabanın olduğunu ancak devebağırtan yokuşunu inince anlayabiliyorsunuz. Şimdi Çuvaldız (Çuval dikmeye yarayan büyük iğne) gibi insanın gözünüze batan Eser otel garabeti. Neyse, bütün körfezi bir altın kolye gibi saran geniş kumsalları nasıl unuturum.
Hala kaderimin Hayır’lı Çatalca’sına gelemedim. İnsan yola çıkınca hedefe varmadan görüp anlatacağı çok şey oluyor. Hele de Mimarsinan’ın o muhteşem eseri. Ve çimento fabrikası. Dev bacalarda gök yüzüne bir volkan gibi püskürttüğü dumanıyla ve çevresine yaydığı gri örtü den çok, bu fabrikaya girip “emek mücadelesine” dahil olmayı hayal ettiğimi hatırlıyorum.
Sonunda sağ taraftan göl ve ova, sol tarafı sıra dağ gibi giderek yükselen bir tepe yamacının altında yeşillikler içinde bir kasabaya ulaştık. Mustafa AY adıyla tanıştığım yol ve kaderimin taşıyıcısı arkadaşım, yol boyu hiç rahatsız olmadan sürdürdüğü derin uykusundan uyanmaya başladı. “Nereye geldik” dedim. “Burası Çatalca bilmiyor musun? İstanbul’un en eski ilçesi” derken bu çocuk biraz saf mı ne diye düşündüğünü hissettim.
Bundan sonrası uzun bir serüven, ikinci yurdum. Aile kurduğum son yurdum. Kimlik ve kişiliğime suyun verildiği yer. Çeliğe su verir gibi… Dostluğun kardeş sofralarında yalansız, hilesiz piştiği grev çadırlarında ki dayanışma. Emek ve sermayenin kadim kavgasının er meydanında. Dostluğu, kardeşliği de ihaneti de yaşadık. Daha dün gibi aklımda, hatıraları bir silah gibi göğsümde saklı. Çatalca’da, Büyükçekmece’de ve özellikle Tepecik’te, Silivri’de onlarca, yaşamdan, kültürden beslenerek büyüdüm. Onlar gül bahçesiydi, ben ise bal toplayan bir arı.
Çatalca, deli gönlümün dingin bahçesi, aşkımın Kırım kokan Bahçesaray’ı
1978 de Çatalca 3600 nüfuslu bir ilçe diye hatırlıyorum Ferhatpaşa ve Kaleiçi Mahalleleri’yle; Ferhatpaşa bahçeli iki katlı, her çeşit gül ve meyve ağaçlarıyla bezenmişti. Kaleiçi, eski Rum ve Ermeni mimarisinin ağırlıkta olduğu bitişik, yarı ahşap evler ve dar sokaklarıyla, Topuklu Çeşmesi’yle, Anastasıus sur kalıntılarıyla tam bir tarihi miras.
Tabi bizim yeryüzünün özgür ve yoksul çocuklarını unutmamak gerekir. Kimine göre Roman, kimine göre Çingene halkı. Bu ülkenin ötekileri, bana göre Çatalca’yı en çok hak eden Bayır mahallesi. Romanlar olmasa Çatalca, yemyeşil çam ve erguvanları, asırlık çınarlarıyla kupkuru bir çöl olurdu. Tadı da olmazdı, tuzu da. Cem KARA Belediye Başkanı olursa talihleri döner diye umuyordum. Olmadı. Yukarıdan “beyazların” kuşatmasıyla kaderlerinin onları nerelere savuracağını bilmeden bekleyen kuru yaprak gibiler. Tutunacak bir dalları bile yok. İnşallah ben yanılıyorumdur!
İstanbul’un kalabalıklarında, beton dağlarında, milyonların içindeki yalnızlıktan, şimdiki kadar olmasa da trafiğinden boğulmak üzereydim ki, benim gibi gökyüzünün hiçbir yerde olmayacak kadar mavi, yeşilin her türlüsünün fışkırdığı ıssız bir vadide doğmuş biri için Çatalca, nefes alabileceğim bir yurt oldu. “Oh işte bu” diyerek ciğerlerini kuzey rüzgârlarının taşıdığı bol oksijenle doldurabilirdin. Henüz oto yollar yapılmamıştı.
Çatalca Spor Kulubü
Çatalca gençliğinin buluşma yeri olan Spor Kulübü Lokali, Cumhuriyet tarihi boyunca Çatalca’nın 1932 de kurulan Halkevi mirasının devamı niteliğindeymiş. Atatürk Meydanından belediye istikametine yürürken çarşıya varmadan sağda tek katlı bir lokaldi. Spor başta olmak üzere birçok gençlik aktivitelerinin, sohbetlerin, oyunların oynandığı kadar, siyaset meydanıydı aynı zamanda. Çatalca’ya tarihinden gelen kültür mirasının yeni kuşaklara aktarıldığı yer olarak tanımlardı arkadaşlar. Ailelerin çocuklarını güvenle kendi elleriyle emanet ettikleri sığınak olduğunu söylüyor dostlarım. Son zamanlarına bende yetiştim. Yusuf İşçi, Ahmet Doğruel, Hasan Girgin, Muzaffer……..,Emin Sügür, Haydar…… Eczacı Yücel, Halil Gök rahmetli Nevzat Tekin gibi şimdi adlarını hatırlayamadığım ama anıları hep taze arkadaşlarla değişik zamanlarda çay, kahve içip sohbet etmişliğim vardır. Birini arayacaksan “kulübe bak “ derlerdi. Anlardım ki Çatalca Spor Kulübü’nün anlamı çok derinlerden geliyordu. Şimdi Çatalca’nın öyle bir yeri var mı? Çatalca Spor Kulübü’nün mülkiyetindeki bu yerin nasıl oldu da Spor İl Müdürlüğü’nün mülkiyetine geçip yerine yapılan bu günkü beton bina geçmişten bugüne Çatalca’nın gençlik ruhunu yaşatıyor mu bilemiyorum!
Tabelasında Gençlik Merkezi yazan yerde koca bir bina yükseliyor. Tarih içinde binlerce Çatalcalı gencin anıları ve geleneğine uygun neler yapıyorlar? Tiyatro, Kütüphane işlevsel mi? Çatalca’nın tarihten beri var olan eski köy, şimdi mahalle Gençlik Spor Kulüpleri ne kadar yaralanabiliyorlar? Çatalcalılık kent kültürüne katkıları nelerdir? Bir zamanların her türlü görüşten insanların, özellikle gençlerin birbirlerine dokunabildiği bu ortak yaşam alanı, siyasal egemenlerin arka bahçesi durumuna mı kurban edildi yoksa? Birçok yerde olduğu gibi paralı iş adamlarının reklam sponsorluğuna kurban edilen gençlik spor kulüpleri, gençlere kapılarını kapatıp futbolcu transferleriyle şov dünyasının figüranlığına mı oynuyorlar?. Yeter ki gençler bir araya gelmesin! Herhalde birilerinin verecek bir cevabı vardır.
Son Söz: Hayır’lar Olsun Çatalca
Selam san Roma’nın Metra i- Metris’i, Rumların Hanice’si, Osmanlının Çetince’si ve Türkiye’mizin Çatalca’sı Anastasıus’tan, Balkan Harbi’ne kadar direşin hamuruyla yoğrulup özgürlüğüne uzananlara HAYIR demişsen , Demokratik, laik cumhuriyet için yine HAYIR diyeceğinden hiç kuşkum YOK.