Olmak ya da olmamak… İşte bütün mesele bu!
Türk kültürüne baktığımızda kadının, sosyal, siyasi ve kültürel hayatta birçok topluma kıyasla daha değerli görüldüğünü söyleyebiliriz. Saka Türklerinin lideri, tarihin ilk kadın hükümdarı olarak bilinen Tomris Hatun, kadının Türk devlet yapısı içinde hangi konumlara gelebileceğini gösteren en somut örnektir.
Göktürk Yazıtlarında da kadınlardan saygıyla bahsedilmiştir.
Günümüzde ise kadın kendi yaşamından ne kadar feda ederse toplumsal yaşamda o kadar değer kazanıyor. Ataerkil sistemimizde anne; çocuğunu bakan, besleyen, koruyan, büyüten, sevgi ve şefkat gösteren, fedakarlık yaparken kendini unutan kişidir. Çalışan kadın ve anne olmak zorlukları da beraberinde getirir. Giderek zorlaşan ekonomik şartlarda, kadın çalışsa bile, çocuğuna bakmak zorundadır.
Anne olmak kadın olmanın bir zorunluluğu gibi görülürken, bir kariyer sahibi olarak çalışıyor olmak da kadın olmanın bir gerekliliğidir.
‘Modern Türk Kadını” denildiğinde akla gelen hem anne, hem de kamusal alanda çalışan kadın akla gelir.
Bu durum her ikisini de aynı anda sahip olamayan kadında bir eksiklik ve gerginlik, her ikisine sahip kadında da bir güçlülük yaratmaktadır. Evdeki kadın ise söz konusu çalışan kadın olduğunda kendi kadınlığını çaresiz, boyun eğen, farkında olmayan, mağdur olarak görebilmektedir. Çalışan kadın bu söylemden güç alarak, evdeki kadın da çalışan kadına imrenerek, onun çalışan durumunu ve haklarını onaylar. Bir çok kadın ‘Mağdur kadın’ söylemi içinde kendilerinin yer almalarını istemez, şiddet gördüğünü saklar. Fakat kadın, toplumsal iş bölümü gereğince “aklı ermeyen”, “evdeki melek”, çocuklarına kocasına bir eş, zaten bu sıfatların dışında da kadın kimliği ile toplumda ya yer edinemeyen ya da kötülenen bir konumdadır.
Toplumun gözünde erkekler ise statü sahibi olmalı, güçlü görünmeli, sorumluluk taşıyabilmeli, gerektiği zaman sert olmalı, her zaman her yerde kendine güvenmeli… Bütün bunlar her zaman mümkün olamayacağı için kırılma da o zaman başlıyor. Ne zaman ki erkekler bu beklentileri karşılayamamaya başlıyor, o zaman aşırı strese giren erkeklerin kendine olan güvenleri azalıyor.
Ayrılma ya da boşanma bu iktidarı reddediş olarak algılandığı için şiddete sebep oluyor demek mümkün. Bu, bir itibar meselesine dönüşüyor. El alem ne der meselesi o kırılganlık halini daha da şiddetlendiriyor ve bu erkekliği tehdit eder hale geliyor. Bu yüzden de öfkeyi, şiddeti açığa çıkarıyor. Ama şunu unutmamak lazım, o öfke ve şiddet ehliyeti bir erkeğe toplumsal değerlerle veriliyor.
Kadına yönelik şiddet, ister kamu ister özel yaşamda meydana gelsin, fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zarar veya acı verir.
Şiddet en aciz üstünlük kurma şeklidir.
Kadınların psikolojik ve fiziksel şiddete boyun eğmelerinin önemli sebeplerinden biri de ekonomik güvencelerinin olmaması, tabiri caizse gidecek yerlerinin bulunmaması, devletin ve birçok kadın yardım kuruluşlarının bu imkanları sunabildiğinin bilinmemesidir.
Oysa ki uygun görülen hallerde kadınlara ve beraberindeki çocuklara barınma imkanı sunulmakta, geçici maddi yardım yapılmaktadır.
Şiddet mağduru kadının ekonomik bağımsızlığını kazanabilmesi adına, çalıştığı sürelerde Kanun’daki şartları taşıması halinde ‘kreş’ imkanı da sunulmaktadır. Fiziksel şiddetin son bulması ruhsal şiddetin etkilerini geçiremeyeceğinden bu dönemde psikolojik destek de kanunen sunulmaktadır.
Peki ya kadınlar? Bir an önce evlenmek için okul hayatına son veren kızların, aldatılsalar da çocuğum var diye sineye çeken kadınların, çalışmadan evinde oturmak için fiziksel ve psikolojik şiddete razı bir yaşam süren kadınların hiç mi suçu yok?
Hayır diyebilecekken demeyen, karşı çıkabilecekken çıkmayan kadın için ne diyelim? Üstelik eşinden şiddet gören kadınların ciddi bir bölümünün üniversite eğitimi almış, çalışan ve maddi özgürlüğü olan kadınlar olduğunu da unutmayalım.
“Erkektir, yapar” zihniyeti ile yetişen kadınlar, menfaat ve düzenlerinin bozulmaması uğruna boyun eğiyorlar. Kadın kendini feda ederken kendi seçimiyle köle olmayı kabulleniyor. Kurban olan kadınların kurtarılması için hem toplum, hem de adalet mekanizmaları iyileştirilmeli ve olumlu yönde gelişmeli.
Peki ama bütün bunları kabullen kadınlara ne demeli?
“Shakspeare’in meşhur sözü ‘Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu,’ her şeyi özetliyor. Kendi bilinçli seçimlerimizle mi, yoksa başkalarının bizim için yaptığı seçimlerle mi var olacağız?”
Olmak ya da olmamak,
Yolunu bulabilmek mi? Ya da kaybolmak mı?
Kadın, yeryüzüne adımını attığı ilk andan itibaren büyük bir hikayenin içine doğar…
Yaşadığı toplum, kültürel ve sosyal hayat bu büyük hikayeyi belirleyen temel unsurdur. Bu büyük hikaye içinde kendi varlığını inşa eder.
Bilmediğimiz bir dünyadan mutluluk ummaktansa, bildiğimiz dünyanın acılarını tercih etmemiz hep bu meçhuliyet yüzündendir.
Kadın var olmak için düşünebilmeli, idrak edebilmeli, fark edebilmeli.
Düşünememek düşünmek istememekti belki de ‘olmamak’.
İnsanın en temel özelliğini yok saymak, basit yaşamak, sıradan olmak demekti ‘olmamak’.
Var olup, düşünmek, anlamak, öğrenmek, öğretmek, etkilemek ve etkilenmek ile sadece sıradan olmak arasındaki tercihtir o mesele.
Hangisini tercih etmeli ?
Olmak mı? Olmamak mı?
Kadın için bu sorgulamayı yapabilmek, “Hamlet” olmak toplumsal bir zinciri kırabilmektir. “Olmak ya da olmamak” felsefi sorgulamasını bir kadının yapmasıdır asıl mevzu.