Doktoru “Aşksız 10 yıl yaşarsın, aşık olursan 3 yıl” demişti. Öyle de oldu. 3 Haziran 1963 günü büyük şair bu muhteşem şiirlerini bırakarak bu dünyadan ayrıldı.
Pasaportunun içinden el yazısıyla yazılmış şu şiir çıktı:
“Gelsene dedi bana
Kalsana dedi bana
Gülsene dedi bana
Ölsene dedi bana
Geldim
Kaldım
Güldüm
Öldüm” diye seslenerek önce Vera’ya sonra tarihe son şiiri olarak böyle geçti Romantik Komünist Nazım.
Vera bu şiiri ölümünden sonra evinin gizli köşelerinde diğer bulduğu şiirler gibi tesadüf olarak bulmuştu. Yaşarken ölümünün yaklaştığını hissetmiş olacak ki büyük şair bu şiirde olduğu gibi yine Vera’ya ithafen “Ben bir gül bahçesinde dinlendim” diyecekti yani aşkın ta kendisine.
Ölümünden birkaç yıl önce doktorlarla kalp elektrotlarında sorun olduğunu teşhis etmiş, aşksız 10 yıl, aşkla 3 yıl ömür biçeceklerdi o güzelim mavi gözlere. Nasıl Tahir ve Zühre olmak zor ise, Nazım olmak da zor bir zanaattı. Elbette onun şanına da aşkla 3 yılı seçmek yaraşırdı. Zira hasta kalbi de bunu istiyordu. Gerçekten tam 3 yıl sonra bir sabah gazete almak için dışarı çıkmış ve döndüğünde o kendi deyimiyle gül bahçesinin kapısına yığılıvermişti. Tarih 3 Haziran 1963’ü gösteriyordu.
Ardında 13 aşk, gözü yaşlı 3 kadın, iki çocuk, şiirlerini ve onu sonsuza kadar sevecek sayıları dünya döndükçe artacak, şiirleriyle sesi olduğu yüz binler belki de milyonları bıraktı.
Aşkın kendine aşıktı mavi gözlü dev!
Seviyordu en az Ahmed Arif kadar çarık giymiş köylüyü, kıl çorap giyen çiftçiyi, duvar dibindeki sigara molası veren işçiyi, doğayı, dünyayı hatta uzayı! Gökyüzünü, ağaçları, gerçek sanatkarları, alın terini, omurgalı insanları, hatta sitem etse de kapitalizmin o zalim dişlilerinden kurtulamayan, köleleştirilmiş omurgasızları ve elbette kadınlarını, o cefakar kadınlarını!
Ardından onca şey söylenildi. Güzel yüreğine selam da durdurdular, hakaret de ettiler. Şiirlerine övgü de yağdırdılar, birkaç dizeden ötürü vatan haini de ilan ettiler. Komünist deyip bağırlarına da bastılar, Rusya’ya kaçtığında o bugün hala en popüler komünist parti olan malum partisinden de attılar.
Yetmedi,!
Yetmiyordu.
Bir kör kurşunla harcanmamak adına vatanından gitti diye, elinden hasretiyle öleceği ülkesinin vatandaşlığını da aldılar. Tarajikomiktir; zannedersem dokuz yıl önce geri verdiler.
Durmadı!
Asla pes etmedi!
Umudunu yitirmedi!
Kavgasını bitirmedi!
Bunca şeye rağmen ardında ebediyete kadar onu hatırlatacak hatta hiç mi hiç unutturmayacak, toplumsal sorunları, hem aşkı, hem kavgayı, mücadeleyi, yaşamı ve dünyayı aynı dizelerde ölümsüzleştirdiği bini aşkın şiir bıraktı.
Sevdi, sevildi, yanıldı, affetti, ihanete uğradı. Hasret çekti, hasret çektirdi. Bir insanın ahir ömründe hissesine ne düşüyorsa yaşanılacak hepsinin on katını yaşadı. Nazım’ı anlamak için önce aşkın her halini anlamak, bilmek, hissetmek ve en mühimi sevmek gerekir.
Zira diğer türlü tüm betimlemeler bizi tasavvur konusunda haksızlığa ve büyük yanılgıya uğratır.
Aşkın kendisine aşık olup, bunca şiiri hissettiği o derin aşk sayesinde yazan bir şaire mahalle kazanovası ve serseri bir çapkın gibi bakmak aptallığın daniskasıdır! Zaten sözüm ona; istisnalar elbet vardır fakat Nazım konusunda bizim kadınlarımız kadar ön yargılı olanı yoktur dünyada. Nazım’ın aşklarına karşı istisnasız bir nefret vardır coğrafyamızda. Sırf hayatında bu kadar kadın olması ve terk edişleriyle bilinmesinden ötürü.
Konunun derinini anlayamamakla alakalı bir durumdur. Anlamasına rağmen kötüleyenleri zaten hiç idrak edemedim zira kara cehaletten. Şahsımın da bu durumlarla çok karşılaştığım, haliyle çok güldüğüm olmuştur. Dereceyle bitirilmiş edebiyat fakülteleri size bir sevgiyi hissettiremez, kalbinize bir konuda sevgiyi koyamaz. Uzmanlık yapın, tez yazıp doktoraya hazırlanın, duygu yoksa konu kapanmıştır. Sevmek gerekir azizim sevmek! Bir kadını, kediyi, çiçeği, bir bulutu belki maviyi. Hayatta hiçbir şeyi gerçekten sevememiş biri maalesef anlayamaz Nazım’ı. Onu ancak ruhunu anlayan bilebilir onun beslenme kaynağının yüreği olduğunu, hissettiği aşklar sayesinde bu denli ölümsüz şiirler yazdığını. Sanatın doğasında, ruhunda duygular olduğunu. Yoksa Nazım’ı anlamak şöyle dursun; geriye kalan betimlemeler sadece şiirini teorik olarak eleştirmek ya da başka kişilerle mukayese etmek gibi zerzevatça eşleştirmelere ve beyhude zaman harcamaya ve laf-ı güzaftan ileri gitmez, gidemez.
Kadıköy’e ya da Türkiye’nin farklı illerinde birkaç noktada olan Nazım Hikmet Kültür Merkezlerine gidip, tütün eşliğinde bira içip, en piyasalaşmış Nazım şiirlerini arada muhabbet içine yerleştirip efendim Che Guevara beresi takmakla ne komünist, ne Nazım’cı olursunuz. Aklıma gelmişken biraz uğraşırsak bir akım olabilir bence, söylenişi de hoş oldu; Nazımcılık. Yarına çalarlar canım ülkemde ya da trafoya kedi girer olur ya burası Türkiye. Neyse ki NHKM (NAZIM HİKMET KÜLTÜR MERKEZLERİ) ile ilgili de yakında ayrı bir yazı yazacağım. Dünyadaki belki CHE’den sonra en romantik Komünisti kullanıp nasıl kapitalizmin ve sistemin, çarkları ettiklerini anlatacağım. Üzülerek. Sinirlenerek!
Yazının sonuna gelirken, epeydir malum hayat telaşelerinden ötürü yazamamış olmanın üzüntüsü içinde olduğumu belirtirken, siz değerli okurlar için bundan sonra sık sık yazmaya çalışacağımı da söylemek isterim. Nazım’ın kendi yaşamını yine eşsiz bir şiirle anlattığı, benim de çok sevdiğim, güzide eseri OTOBİYOGRAFİ ile veda ediyor, tekrar görüşeceğimiz başka bir yazıya kadar en kalbi şükranlarımı sunuyorum.
OTOBİYOGRAFİ
1902’de doğdum
doğduğum şehre dönmedim bir daha
geriye dönmeyi sevmem
üç yaşımda Halep’te paşa torunluğu ettim
on dokuzumda Moskova’da komünist Üniversite öğrenciliği
kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-Parti konukluğu
ve on dördümden beri şairlik ederim
kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin
hapislerde de yattım büyük otellerde de
açlık çektim açlık gırevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir
otuzumda asılmamı istediler
kırk sekizimde Barış madalyasının bana verilmesini
verdiler de
otuz altımda yarım yılda geçtim dört metre kare betonu
elli dokuzumda on sekiz saatta uçtum Pırağ’dan Havana’ya
Lenin’i görmedim nöbet tuttum tabutunun başında 924’de
961’de ziyaret ettiğim anıtkabri kitaplarıdır
partimden koparmağa yeltendiler beni
sökmedi
yıkılan putların altında da ezilmedim
1951’de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün
52’de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümü
sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım
şu kadarcık haset etmedim Şarlo’ya bile
aldattım kadınlarımı
konuşmadım arkasından dostlarımın
içtim ama akşamcı olmadım
hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu bana
başkasının hesabına utandım yalan söyledim
yalan söyledim başkasını üzmemek için
ama durup dururken de yalan söyledim
bindim tirene uçağa otomobile
çoğunluk binemiyor
operaya gittim
çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın
çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21’den beri
camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye
ama kahve falıma baktırdığım oldu
yazılarım otuz kırk dilde basılır
Türkiye’mde Türkçemle yasak
kansere yakalanmadım daha
yakalanmam da şart değil
başbakan filân olacağım yok
meraklısı da değilim bu işin
bir de harbe girmedim
sığınaklara da inmedim gece yarıları
yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında
ama sevdalandım altmışıma yakın
sözün kısası yoldaşlar
bugün Berlin’de kederden gebermekte olsam da
insanca yaşadım diyebilirim
ve daha ne kadar yaşarım
başımdan neler geçer daha
kim bilir.
Nazım Hikmet RAN