“İş, ekmek yoksa barış da yok”
Bu günlerde işçi sınıfının sendikal mücadelesinde bir kıpırdanma var. Cam İş kollarında Şişecam ve Kristal-İş sendikası arasında yaklaşık altı bin işçiyi ilgilendiren toplu iş sözleşmelerinin yenilenmesi için görüşmelerin uyuşmazlıkla sonuçlandı. Ki genellikle öyle olur. Sendikalar grev kararları alırlar ama patronların hiç umurlarında olmaz. İşverenler görüşmelerin bile uyuşmazlığa gitmesini isterler. Hatta zorlarlar. Nedeni, devlet politikası olarak siyasi iktidarlardan aldıkları cesarettir. “Nasıl olsa grev hakkını kullanamazlar” düşüncesidir. Bakanlar Kurulu devreye girer, “Milli Güvenlik” gerekçesiyle ertelenir ki, siz ona ‘yasaklama’ deyin, emekçiler bu kadar işsizliğin olduğu bir ülkede çaresiz boyun eğdirilip ucuz ucuz çalışmaya zorlanırlar. Dahası kapıda işe girmek için can atan bir işsizler ordusu vardır. Geçmişten bugüne devletlerin ve iktidarların emekçilere karşı sermaye koruyuculuğunun en somut halidir bu durum. Hedef, emekçilerin hak arama iradesinin kırılmasıdır.
“Halka Hizmet Hakka Hizmet” miş!
Genellikle dini ve milli referanslı siyasi iktidarlar, halkı temsil eden emekçi çoğunluğun taleplerini bir avuç azınlık sermaye çıkarına gasp ederler. “Alın teri, el emeği, göz nurunun” pazarlık konusu olduğu toplu sözleşme görüşmelerinde patronların tarafında saf tutarlar. Çalışma Bakanları işverenlerin sözcüsü gibi demeçler verir. Güvenlik güçlerini işçilere karşı teyakkuza geçirirler. Patronların çıkarlarını “Milli Güvenlik” kılıfı altında elinde tuttukları iktidar gücüyle korurlar. Evine bir lokma fazla ekmek götürmek isteyen emekçiler aleyhine patronlar için “grev hakkını” yasaklarlar. Sanki Milli Güvenlik, patronların kasalarının bekçiliği anlamına geliyormuş gibi. Oysa grev, işçilerin haklarını korumak için işverene karşı üretimden gelen gücünü kullandıkları demokratik, yasal bir haktır.
Ya kardeş, emekçinin hakkı nasıl oluyor da “Milli Güvenlik” sorunu yaratıyor? Siyasi iktidarlar halka hizmet için iktidar olmuşlardı ya, halkı da, hakkı da unutup bir avuç patronun safına nasıl geçiveriyorlar? Ha, nasıl oluyor bu iş? Cevabı çok basit. Aslında hep onların adamıydılar da “halk, hak” yalanıyla “hap” yapıyorlardı. Yiyen yiyordu ama yalanların kuyruğu hak arama noktasında GREV deyince açığa çıkıyordu.
İşte kapitalizm böyle bir şey. Aslında her şey normal. Bir yanda emek ve emekçiler, diğer yanda sermayenin sahipleri patronlar. Kapitalist sermayenin koruyucu gücü ise devlet ve siyasal iktidarlar. Yanarım da bu basit denklemi bir türlü bilince çıkaramayan geniş emekçi yığınların bu siyasal iktidarlardan hala lütuf bekleyip onların oy depoculuğuna hizmet etmelerine yanarım. Kendi sınıf gerçeğini bilince çıkaramayan emekçilerin dini ve milli gerekçelerle düzen parti ve oluşumların peşinden gitmeleri ne garip!
Her toplu sözleşme dönemlerinde büyük çoğunluğu sarı sendikacılıkta uzmanlaşmış, emek simsarları emekçilerin taleplerini yüzde bilmem kaça indirgerler.Birkaç patırtı gürültü çıkardıktan sonra ekmekçilerin gazını alıp “en iyisi bu” deyip işi %3-5 e bağlama durumu. Oysa işin aslı, dördüncü kez ertelenen cam iş kolu grevlerinde olduğu gibi, toplumsal ayağındaki binlerce aileyi, onların eş ve çocuklarını, yaşadıkları köy, kasaba, mahalledeki ekonomik ve sosyal hayatı ilgilendirmesidir. İşçiyle patron arasındaki üretimden doğan gelirin hakkaniyet, adalet, insan hak ve onuruna yakışır paylaşımın yapılmasına kimse bakmaz. Bıktırılmış, hak arama irade ve direnci kırılmış, kafası karışık, güven duyguları örselenmiş, cop ve dipçikle, gözaltı, tutuklanma tehdidi altında, demokrasinin rafa kaldırıldığı OHAL ortamında işçi kitleleri eşit ve adil olmayan toplu sözleşme görüşmelerinde formaliteyi yerine getirme sürecindeki gelgitlerle oyalanmaktalar.
Sistem,12 Eylül 1980 darbesinden bu yana “sınıf sendikacılığı” başta olmak üzere kaybedilmiş haklar sonucu, emekçi yığınları ucuz emek kalabalıklarına dönüştürmüştür. 15 yıllık AKP iktidarıyla köleci çalışma koşulları, taşeronlaşma, iş ve sosyal güvenlik, işçi sağlığı ve güvenliği gibi en temel haklar işverenlerin ve siyasal iktidarların insafına bırakılmış, anayasal haklar bile kullanılmaz hale getirilmiştir.
Buna son vermek işçi sınıfın kendi eseri olacaktır.
Çünkü, üretimin gerçek sahibi emektir. Sermaye değildir. Üretim için gerekli olanlar zaten doğada mevcuttur. Üretim araçları, Üretim bilgisi, hammadde ve onu ürüne dönüştüren emektir, emekçidir. Kapitalizmin karakteri üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran sermeye sınıfı emeğe ihtiyaç duyar. Onu en ucuza satın aldığı sürece zenginleşir. Emeği ucuza satın almak içinde devleti ve iktidarları kullanır. Demokrasinin gelişmesini engeller. İşçileri yönetim süreçlerinden uzak tutar. Seçme seçilme hakkını piyasalaştırır, alınıp satılır hale dönüştürür. Seçilenleri de sömürü sisteminin savunucuları haline getirmek üzere pay dağıtır. Dini ve milli ideolojileri körükler. Emekçiyi emekçiye kırdırır. Bölgesel, etnik, dini ve mezhepsel farklıkları ayrıştırır, birbirine düşmanlaştırır. Böler ve yönetir.
15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişi
Mesele; sadece toplu sözleşme dönemlerinde 3-5 kuruşluk zam için değil, hayata sahip çıkmaktır. Demokratik hak ve özgürlüklerin gerçek savunucusu ve koruyucusu olmaktır. Sınıf kardeşliğini inşa etmektir. Barışın, amasız – fakatsız savunucusu ve koruyucusu olmaktır. Hukukun üstünlüğüne sahip çıkmaktır. Milli gelirin adil ve adaletli toplumsal paylaşımın takipçisi, hesap sorucusu olmaktır. Kısaca insan hak ve onurunun yılmaz koruyucusu olmaktık. Bunu ancak kendi sınıf kardeşliğini kurduğunda yapabilirsin. Senden olmayandan sadaka ve lütuf bekleyerek değil.
15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişi, Türkiye emek hareketinin meşalesidir. Zulme ve sömürüye vurulmuş, emekçinin tokadıdır. O günün koşullarında bütün dengeleri değiştiren o büyük direnişi anarken, Türkiye ve dünya işçi sınıfının mücadele tarihindeki derslerin yol aydınlığı ile güzel, sömürüsüz bir dünya ve gelecek idealiyle cam işçilerinin mücadelesini selamlıyorum.