Toplumsal muhalefet öldürülmüştür…
Siyasetle ilgilenmek, aynı zamanda ekonomi ve sosyolojiyle ilgilenmeyi de zorunlu kılar, hatta psikolojiyle, felsefeyle ve tarihle de. Yani, sadece bir ekmeğin kaç paraya satıldığını değil, ekmeğin fiyatını belirleyenin ne olduğunu, sömürü oranını, üretici ile tüketici arasındaki ilişkiyi, hatta ekmeğin nasıl yapıldığını da bilmek gerekir. Ekmek ve adaletin birbirine neden orantılı olmadığını düşünmesi, araştırması gerekir.
Dolayısıyla siyasetle ilgilenmek zorunlu bir haldir, ki egemen siyasetçiler genel olarak halkı sadece seçim dönemlerinde politikleşmeye davet eder. Siyasetçilerin halkla ilişkisi en çok bu dönemde belirir, fakat siyasetçilerle halkın ilişkisi her zaman geçerlidir ve halkın düşüncesinden davranışlarına, tercihlerinden geçimine dek yaşamsal konularda karar vericidir. Halk kendini siyasetten ne kadar uzak tutarsa tutsun, siyaset her zaman halkın yakasındadır. Siyasetten uzak durmak kurbanlık koyunun celladının karşısında esnemesine benzer. Özellikle 80 cuntasından sonra toplumda halkın siyasetle ilgilenmesi tehlikeli olarak mimlenerek siyasetten uzaklaştırılmış; siyaset malı mülkü olan sınıflara bırakılmıştır. Toplumsal muhalefet öldürülmüştür. Mülklüler mülksüzlerin yaşamını belirlerken onun mülksüz olmasının da sebebidir. Mülksüzler siyasetten uzaklaştırılarak mülklülere biat eder hale getirilmiştir.
Muhalefet ancak iktidarı tamamlar nitelikte olmasına izin vardır. Sözgelimi kişi kendine komünist diyebilir, hatta tabelasında komünist yazan bir partiye üye olabilir, fakat komünist olmanın gerekleri ve amaçlarını yaşama geçirmesi yasaklanmıştır, çünkü komünist idealler özel mülkiyete dayanan anayasaya aykırıdır, doğal olarak eylemleri de. Devletin istediği yine burda da, komünist isen ancak benim istediğim ölçüde, biçimde ve zamanlarda politikleşebilirsin, yani seçim döneminde sandığa gidip oy kullanmak, en uç noktası ise sistemin tamiri anlamını taşıyan reformizmin sınırlarını aşmayacak demokratik eylemler.
Verili sistem gerek siyasetçileri aracılığıyla yaptığı propagandayla, gerek medyasıyla, gerekse de yarattığı korku imparatorluğu etkisiyle halkı her biri tüketime dahil eğlenceye sevk eder. Foucault’yu, Marks’ı, Spartaküs’ü, Erich From’u, Adorno’yu, Sartre’ı tanımayan kişi Juster Bieber’i, Okan Bayülgen’i, Nihat Hatipoğlu’yu, Acun Ilıcıla’yı tanıması, takip etmesi gerekir. Dolayısıyla mecliste işçilerin köleliğini pekiştirecek yasalar oylanırken halk o sıralar sözgelimi Survivor izliyordur, mağazaları dolaşıyordur ya da uyuyordur. Kardeşleri boğazlanırken o şarj probleminin derdine düşmüştür. Polisin vur emri yetkileri arttırılırken o taraftarı olduğu takımının galibiyetiyle oyalanıyordur. Kendisi ay sonunu getiremeyen bir yoksul kişi iken o Çanakkale zaferiyle övünüyordur. Yani yaşanan şey, boşluğun boşluklarla doldurulmasıdır ki amaç halk egemen siyasete yandaş olmasa bile duyarsız kalmasıdır. Duyarsızlaşan kitle doğal olarak yönlendirilebilen, muhalefet üretemeyen, güdülü kitle demektir.
Ekonomiyle, sosyolojiyle, psikolojiyle ilgilenmek gerekiyor. Bunların her birini ayrı uzmanlıklar veya ilgi alanı olarak değerlendirirsek yönlendirilmeye açık kapı bırakmış oluruz. Eğer kişi sadece seçimden seçime yahut sadece siyasetle ilgilenip geri kalan zamanını sosyoloji gibi bilim dallarıyla değil de medyanın işaret ettikleriyle ilgilenirse ne kendisini ne yaşadığı dünyayı ne de yoksulluk, işsizlik, yalnızlık, yabancılaşma gibi problemlerini çözebilecektir. Yaşanan herhangi bir olayın doğru çözümlemesini yapacak yetiye sahip olamadığı için de hakim olan çözümlemeden/çözümsüzlükten yana olacaktır. Yana olduğu şeyin anlamını da bilmeyecektir. Yaşamı devletin elindeki bir kukladan ibaret olacaktır.