Korkuyorum. Senden, ondan, şundan, bundan, ötekinden, berikinde, üniformalardan, silahlı
adamlardan, bıyıksız sakaldan, resmi araçlardan, kaymakamdan, validen, bakandan,
cumhurbaşkanından.
Kısaca şu günlerde yaralı bir serçe gibiyim. Korkak, ürkek, telaşlı, her an tetikteyim. Zalim
kara kıllı bir karabasan atlayarak üstüme, kara kıllı ellerini geçirerek boğazıma, boğuyor beni.
Dünyanın doğmuş ve doğacak bebelerini, ak sütlü annelerini, kızlarını –oğullarını, ak saçlı
ninelerini- dedelerini savurarak zulmün dehşetine, her yanım kan, acı ve çığlıklar
kulaklarımda.
Üstüme üsteme geliyor kara kıllı gölgeler.
Bebekler kıpırdamadan öylesiyle, minik bedenleriyle yatıyorlar ıssız sahillerde. Kuşatılmış
şehirler. Kan akıyor oluk oluk yol yol. Bir kız çocuğu alnında vurulmuş, bekliyor buzdolabında
kara toprak aç. Yetmişlik bir dede yatıyor upuzun duvar dibinde. Zırhlı araçlar arkasında
sürüklenen insanlık. Onlar iktidarda, zirvede kalsın, mülk ve servetlerini iştahla yesin,
semirsinler diye, kanun zoruyla savaşa zorlanan yoksul halk çocukları hayatlarının baharında.
Bebeler, çocuklar, gençler. Siyasetin ”onlarrr, bunlaaarr” diye beynimizde yankılanan kin ve
nefret dili. Orada bir anne eteklerine toplamış can parçalarını.
Anneler, ah anneler, gül kokulu yavrularını ölümün kalleş oyununa kurban veren anneler,
çaresiz, acılı anneler. Komşu sınırının az ötesinde zincire vurulmuş kadınlar, daha baharında
genç kızlar, çırılçıplak köle pazarlarında. Kelleler dizilmiş üst üste, insanlık utanç içinde.
Üstüme üsteme geliyor kara kıllı gölgeler. Boğuluyorum. Korkuyorum anne.
Bir kuşluk vakti ak güvercinler havalandı bozkırın orta yerinde. Yeni güne, güneşe selam,
aydınlığa kanat çırparak. Tohumun toprağa düştüğü vakitlerde. Mevsimin kışa döndüğü
zamanlarda. On binlerce güvercin kanat çırpıyor güneşe.
Vakit yok, barış hemen şimdi.
Toprağa tohum ekiyor uzaklarda bir köylü. Fabrikada dönüyor çarklar emek esir. Kara
toprağın karanlık dehlizlerinde ekmeğin ölümle yolculuğu kan ter içinde. Yaylalardan bir
yerlerde koç bırakma zamanıdır şimdi, yeni hayatı tohumlama telaşında. Karıncalar telaşla
son hazırlıklarını yapıyorlar kışlıklarına. Arılar son çiçeklerden bal topluyorlar, uzaklarda bir
bülbül şarkı söylüyor sarıya çalan yapraklar arasında. Kederli, mahzun.
Vakit yok, barış hemen şimdi.
Halaya durmuş gençler, allı yeşilli, renk renk giysileriyle oğullar kızlar “Yaşamak bir ağaç gibi
tek ve hür/ Ve bir orman gibi kardeşçesine.”
Ege’den, Akdeniz’den, Trakya’dan Karadeniz’den, kadim Anadolu toprağının her bir köşesinde
türküleriyle, sevgileriyle, sevgilileriyle, oğullar, kızlar, babalar, anneler, nineler, dedeler.
Öğretmen öğrenci, işçi, esnaf, Türk, Kürt, Çerkes, Laz, Tatar’ı, Arnavut’u, Pomağı. Alevi,
Sünni, Ermeni, Rum…renk renk bu toprakların kardeş çocukları, halaya durmuş, barışa ve
kardeşliğe çağırıyor.
Vakit yok, barış hemen şimdi.
Hey hat, zalim güçlü, zalim vicdansız, zalim kurnaz ve hain, zalim kalleş, zalim güneşi
sevmez. Zalim kara kıllı bir gölgedir.
Kara bir gölge kapladı sonbaharın aydınlık gökyüzünü, güneşe kan sıçradı. Canlar düştü
toprağa, vakitsiz ecelsiz. Barış güvercinleri savruldu, her biri can parçası. Güneş utandı
ağladı. Toprak utandı ağladı.
Alaska’dan, Hindistan’a, Patagonya’dan Uzak Asya’ya kötü haber tez ulaştı. “Barış
güvercinlerini vurdular, Ankara’nın orta yerinde toprağa yüz bir can düştü” Dinsiz miydi,
imansız mıydı, yoksa o kadar amansız mıydı düşman, anam heyy Ankara Garın! da vurdular
beni, ölmeden mezara koydular beni, söyleyin anama anam ağlamasın, ağlayıp ta yüreğini
dağlamasın, bu kavga faşizme karşı hürriyet kavgasıdır. İnsan utandı, bil cümle mahlukat
utandı.
Bir sen utanmadın ey zalim. Bir sen.
Kalbim bu acıya dayan, varsın dağlansın yüreğim kadim acılarınla, bir serçe kuşu gibi korkak,
ürkek yaşmaktansa hayatı, barışı bir silah gibi göğsünde saklamalı insan.
Çıkış yok. Vakit yok, barış hemen şimdi.
İnadına barış. İnadına barış
Not: Bu yazı 21 Ekim 2015 de yazıldı